HEMEN MAGAZİN İZMİR'E ABONE OL!

Murat Yılmazer

Atatürk ve Sanat …

Magazinizmir

 

Efendiler hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz; hattâ reisicumhur olabilirsiniz. Fakat bir sanatkâr olamazsınız.

M. Kemal ATATÜRK

 

Kasım ayı ve doğal olarak ATATÜRK… yakın dönemde onun yapmış olduğu bu devrimlerin ne kadar o günün ötesinde olduğunu, onun bu günleri ne kadar net ve sarih bir şekilde gördüğünü daha iyi anlıyor, saygımız ve sevgimiz o oranda yenilenip artıyor diye düşünüyorum.

Modern Türkiye’nin kurucusu Atatürk, 20. yüzyılın siyasi hayatına yön veren ender devlet adamlarından biri olarak tarihteki yeri hepimizin malumudur. Atatürk’ün tarih içindeki esas özelliği Türk İstiklâl Savaşı’nın muzaffer komutanı olmasından daha çok, İnkılâpçı kişiliği olmuştur. Bu anlamda bu yazının başında Atatürk’ün muasırlaşma anlayışından kısaca bahsetmek yerinde olacaktır.

Atatürk, Türk İnkılâbı’nı:

“Türk milletini son asırlardan beri geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak, yerlerine milletin en yüksek medenî icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymak” olarak tarif etmiş ve inkılâbın amacını;

“Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün manâ ve görüntüsüyle medenî bir toplum hâline ulaştırmak” şeklinde değerlendirmiştir. Bu tanım ve amaç doğrultusunda, Türk İstiklâl Savaşı’nın silahlı mücadele safhası bittikten hemen sonra daha büyük ve esaslı bir mücadele safhasına atılarak, Türk milletinin önüne: “Türk kültürünü muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmak” ülküsünü koymuş ve bunu bir hayat davası olarak görmüştür. Bu nedenle geleneksel yaşam tarzının gelişime engel teşkil eden menfi yönlerini yok etmek, yeni kuşakları çağdaş yaşama uygun kural ve kurumlarla yetiştirmek. Gelenekle çağ arasında köprü kurmak, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temel hedefleri arasında yer almıştır. Böylece Osmanlı Devleti’nden devralınan siyasal, sosyal, hukuksal, kültürel kurumlar ve estetik hayat biçimi, muasır medeniyet seviyesini temsil eden, Batı kurum ve değerleri temel alınarak değiştirilmiştir. Söz konusu değişim, Batı taklitçiliği olmaktan uzak özgün bir süreci ifade etmiştir. Çünkü bizzat Atatürk’ün belirttiği üzere, Türk İnkılabında milletin bünyesine uygun olan değerler dünya medeniyet seviyesi içinde benimsenmiştir. Batı kurum ve değerleri bir amaç değil, araç olarak kabul görmüştür. Çağdaşlaşmanın yozlaşmaması, millî değerlerle bezenmesi için de tarih ile beslenen bir tabana oturtulmasına özen gösterilmiştir. Şunu da vurgulamak gerekir ki Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki bu değişim süreci Osmanlı Devleti’ndeki yenileşme hareketleri gibi bir derece farkından ziyade, mahiyet farkı arz etmiştir.

İnkılaba bakış açısından da anlaşılacağı üzere Atatürk, çağdaşlaşmayı bir bütün olarak görmüş ve bu doğrultuda devlet ile milleti eylemli olarak inkılap hareketine katmıştır. Bu harekette ve yeni şekillenmede kültürel dinamikler ile ekonomik, siyasal, toplumsal ve psikolojik değişmeler iç içe geçmiş, birbirini desteklemiş ve güçlü kılmıştır. Atatürk’ün bir bütün teşkil eden çağdaşlaşma anlayışı içinde güzel sanatlar, Türk İnkılabı’nın tamamlayıcı bir unsurunu ve önemli bir merhalesini teşkil etmiştir. Atatürk, ancak güzel sanatlarda ilerleyen ve eser veren milletlerin asrın ileri medeniyetleri arasında yer alabileceklerini belirtmiştir. Medeniliğin ve ileriliğin bir göstergesi olan güzel sanatlar bu yönüyle çağdaşlaşmanın ana kıstaslarından biridir. Bu yüzden güzel sanatlar alanında gösterilecek başarıyı ve atılımları inkılâbın temel amaçlarından ve dinamiklerinden birisi olarak gören Atatürk: “Bir millet ki resim yapmaz, heykel yapmaz, bilimin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur. Oysaki bizim ulusumuz, gerçek nitelikleriyle uygarlığa erişmeye lâyıktır, uygarlığa erişecektir ve ilerleyecektir.” şeklindeki söylemiyle bu konu hakkındaki düşüncelerini özlü bir şekilde ifade etmiştir.

Atatürk, güzel sanatları eğitim, bilim ve kültür inkılabının bir parçası olarak görmüş ve Türk sanatının açılacak eğitim kurumları vasıtasıyla gelişimini sürdürerek milletin fikrî terbiyesinde, siyasi ve sosyal hayatında önemli bir rol üstleneceğini belirtmiştir. Fikirlerin ve inkılâpların yaygınlaşması, topluma mâl olması konusunda da en etkin yolun sanat olduğunu vurgulamıştır.

10. Yıl Nutku’nda Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinin Türk kültürü olduğunu beyan eden Atatürk: “Türk milletinin tarihi vasfı da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, millî birlik duygusunu mütemadiyen her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişâf ettirmek millî ülkümüzdür.” diyerek millî hedeflere doğru yürümenin akılcı ve bilimsel yolunun güzel sanatları sevmekten ve bu alanda ilerlemekten geçtiğini belirtmiştir. Türk milletinin tarihte olduğu gibi medenî kabiliyetini dünyaya kabul ettirebilmesi ancak bu ülküye bağlılıkla mümkün olabilecektir. Atatürk’ün 10. Yıl Nutku gibi Cumhuriyet’in on yıllık muhasebesini yaptığı ve gelecek nesillere yeni hedefler gösterdiği bir söyleminde güzel sanatlara da değinmiş olması konu hakkındaki hassasiyetini dile getiren önemli bir gösterge olarak anlaşılmalıdır.

Türkler, tarihin en köklü ve büyük milletleri arasında yer almış olmalarına rağmen Batı’ya yakın zamanlara kadar bir “Türk Kültür” varlığını kabul ettirmekte zorluk çekmişler ve Batı’da, Türk sanatının özgün bir kimliğe sahip olmayıp İslâm, Arap, İran ve Bizans sanatlarından mülhem olduğu kanısı yaygınlaşmıştır. Güzel sanatlara karşı birçok Osmanlı Padişah’ının ilgisi olmasına ve özellikle Tanzimat döneminden itibaren söz konusu alanda birçok yenilik hareketine girişilmesine rağmen, bu süreç Osmanlı Devleti’ndeki diğer yenileşme hareketleri gibi yüzeysel ve sığ kalmış; güzel sanatların birçok dalının halk tarafından benimsenmesi, tabana yayılması ve kurumsallaşması mümkün olamamıştır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin çöküş yıllarında halk arasında belirginleşen yeniliğe ve değişime karşı temkinli yaklaşım birçok sanat dalının ihmal edilmesine yol açmış, gelişmesine engel teşkil etmiştir. Bu noktada şunu açıkça ifade edebiliriz ki Türk sanatı ile ilgili esaslı ve etkili hamleler ancak Atatürk ve onun yüksek ideallerle kurduğu Cumhuriyet tarafından gerçekleştirilebilmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeni Türk Devleti’ne modern devlet örgütleri kazandırılırken, Türk sanatının çağdaş anlamda gelişmesi ve ilerlemesi için yeni bir anlayış benimsenmiş ve bu konuda devlet ile millet ortak hedefler doğrultusunda bütünleşmiştir.

Atatürk’e göre sanat güzelliğin ifadesidir. Musiki, resim, heykeltıraşlık, edebiyat, mimarlık ve danstan oluşan güzel sanatları incelik ve hünerle icra edebilmek, bu anlamda ince bir kabiliyete sahip olmak “sanatkârlık” olarak ifadesini bulur. Atatürk, bu konu üzerinde idarecilerin olduğu kadar Türk çocuklarının da esaslı bir şekilde durmasını istemiştir. Atatürk, sanatın yaratıcısı ve taşıyıcısı sıfatıyla sanatçılara da büyük değer vermiştir. Çünkü sanatkârlık doğuştan gelen, Allah vergisi bir özelliktir. Sanatçının yaratıcı özeliğinin kaynağını en yüce duygulardan biri olan sevgi teşkil eder. Sanatçılar toplumu yüksek ideallere ulaştıran insanlardır. Toplumun aynası olmaları nedeniyle bir milletin gelişim sürecini sanatçıları takip ederek anlamak mümkündür. Bu anlamda sanatçılar zor ama önemli görevler üstlenmişlerdir. Bir temsil sonrasında elini öpmek isteyen tiyatro sanatçılarına vefa duyguları ile söylediği:

“Sanatkâr el öpmez; sanatkârın eli öpülür.”

sözleri, Atatürk’ün sanatçılara verdiği değerin önemli bir kanıtını teşkil etmiştir. Bu tespit ve tayinlerden sonra, Atatürk’ün güzel sanatların çeşitli dalları ile ilgili bazı söylemleri ve çalışmaları üzerinde ayrıntıları ile durabiliriz.

Atatürk ve resim, heykel ve mimari noktasında ise Türkler, tarihlerinin ilk dönemlerinden itibaren resim sanatıyla ilgilenmişlerdir. İslâmiyet’in kabulü ile birlikte, Müslümanlar arasında İslâm büyüklerinin tasvirlerinin yapılması hoş karşılanmamış, bu makul anlayış zamanla her tür tasvir ve heykelin cahiliye dönemine geri dönüşe neden olabileceği doğrultusundaki zorlama yorumlarla yerini lüzumsuz bir endişeye bırakmıştır. Böylelikle Türk resim sanatında biçim değişikliği olmuş ve bu sanat daha çok süsleme sanatı olarak varlığını sürdürmüştür. Söz konusu dönem itibariyle başta mimarlık olmak üzere hat, minyatür, tezhip gibi kitap sanatlarında ve diğer el sanatlarında eşsiz örnekler verilmesine rağmen resim ve heykel sanatları ihmal edilmiştir. Fatih Sultan Mehmet (1432-1481) gibi resim, Sultan Abdülaziz (1830-1876) gibi heykel sanatına ilgi duyan padişahlara rağmen bu anlayış halk kitleleri arasında pek de yer edinememiştir. Netice itibariyle Türkler, yüzyıllarca söz konusu sanatlarla esaslı bir şekilde meşgul olmamışlar ve bu anlayış Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar Türkler ’de resim ve heykel sanatının gelişmesine sekte vurmuştur. Bu anlamda şunu vurgulamakta fayda vardır ki, Atatürk’ün güzel sanatlar alanında yaptığı en büyük hizmet, söz konusu sanat dallarının gelişmesini imkânsızlaştıran bu gibi anlayış ve engelleri ortadan kaldırması olmuştur. Batı’da Rönesans ile başlayan güzel sanatlardaki değişim ve gelişim sürecine benzer bir süreç Atatürk’ün kurduğu çağdaş Cumhuriyet’in ilkeleri ve ışığı ile Anadolu topraklarında da yaşanmıştır. Böylece Türkiye’de sanatsal faaliyetler yeni bir ivme kazanmış, resim ve heykelcilik sanatları da kısa zamanda hızlı bir gelişim göstermiştir. Atatürk’ün çağdaş düşüncesi her alanda olduğu gibi resim ve heykel alanında da uygulamaya geçmiştir. 1924’te açılan 6. Galatasaray Sergisi’nde Atatürk’ün sanatçıları kutlaması ve bazı resimlerini satın alması sanatçılar arasında büyük bir memnuniyet yaratmıştır. Devlet adamları için de iyi bir örnek teşkil eden bu tutum gittikçe yaygınlaşarak bakanlıklar ile belediyelerce de benimsenmiştir. Takip eden süreç içinde Galatasaray Sergisi’nin her yıl düzenli olarak Ankara’da açılmasına karar verilmiş ve bu Bakanlar Kurulu kararı ile yasalaşmıştır. Yayımlanan “Resmî Sergiler Yönetmeliği” ne göre, sergiyi düzenleyecek bir kadro oluşturulmuş ve sergi sorumluluğuna Sami (Yetik) Bey getirilmiştir. Söz konusu yönetmelikle sanatçılara ödül olarak altın, gümüş, bronz madalyalar verileceği ve müze oluşturmak amacıyla Türk sanatçılarından her yıl belli sayıda eser alınacağı belirtilerek sanatçılar taltif edilmiş; böylece devlet, sanatçıları destekleyici bir role bürünmüştür. Söz konusu süreçte, sergilenen eserlerde denenen yeni anlayışların ve resimlerin basın ve yayın organları vasıtasıyla akademik anlamda tartışılmaya başlanması Türk resim sanatı için bir olgunlaşma safhasını teşkil etmiştir.  1924’te yürürlüğe girmiş olan “Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu” ile resim, heykel, sanat tarihi eğitimleri ve bu eğitimleri yürüten kuruluşlar da yeniden gözden geçirilmiştir. Böylelikle 1883’te açılmış olan “Mekteb-i Sanâyi’-i Nefîse-i Şâhâne”, İstanbul-Fındıklı’daki sarayın tahsisi ile “Devlet Güzel Sanatlar Akademisi”ne dönüştürülmüş, aynı yıl bilim, teknik ve sanat alanlarında bilgi birikimi sağlamak amacıyla yurt dışına 22 kişilik bir öğrenci grubu gönderilmiştir. Bu öğrencilerden Hayrullah Örs, Mâlik Aksel, Şinasi Barutçu, İsmail Hakkı Uludağ ve Mehmet Ali Atademir 1928-29 yıllarında Türkiye’ye dönerek Gazi Eğitim Enstitüsü’nde “Resim İş Bölümü”nü kurmuşlar ve burada öğretmenlik yapmışlardır.

Refik Fazıl (Epikman), Cevat Hâmit (Dereli), Mahmut Fehmi (Cûda), Muhittin Sebati ve Ratip Aşir (Acudoğu) gibi ressam ve heykeltıraşlar ise Türkiye döndüklerinde “Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği”nin kurucuları arasında yer almışlardır. Bu birliğin 1929’da açılan ilk sergisini, başta Ankara ve İstanbul olmak üzere çeşitli illerde düzenlenen diğer sergiler takip etmiştir. Bütün bu gelişmeler neticesinde Türkiye’de resim sanatının temelleri atılmıştır. Söz konusu dönemde resim sanatında “Atatürk” ve “Kurtuluş Savaşı” hâkim temayı teşkil etmiş ve kompozisyonlarda daha çok millî birlik, beraberlik ve bağımsızlık anlayışı vurgulanmıştır. Ressam Halil Dikmen’in “İstiklâl Harbi’nde Cephane Taşıyan Köylü Kadınlar” (1933) adlı yağlıboya resminde olduğu gibi Türk milletini bağımsızlığa taşıyan kadınları konu alan resimlerin yanı sıra, Cemâl Tollu’nun “Alfabe Okuyan Köylüler” (1933) ve Melek Celâl Sofu’nun “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Kadın” (1936) adlı resimleri gibi kadınların eğitimine ve toplum hayatına katılımına yönelik konuların da bu dönemde yoğun olarak işlendiği görülmektedir.

Atatürk’ün resim sanatına bakışında da insanlık ülküsü ve hümanist anlayış hep ön plandadır. Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nde elde edilen zaferin ardından İstanbul’dan Çankaya Köşkü’ne asılmak üzere gönderilen, yerde yatan Yunanlı askere bir Osmanlı askerinin süngüsünü saplamasını tasvir eden tablo Atatürk’ün talimatıyla derhâl içinde getirildiği sandığa tekrar kapattırılmış ve çatı arasına taşıttırılmıştır.

Çalışmamızı Atatürk dönemindeki mimari anlayışa değinerek sonlandıralım. Mekteb-i Sanâyi’-i Nefîse-i Şâhâne’nin 1926’da Güzel Sanatlar Akademisi’ne dönüştürülmesiyle “Mimarlık Bölümü”nün başına Profesör Ernst Egli getirilmiş ve bu tayin Türkiye’de çağdaş anlamda mimarlık eğitiminin başlangıç noktasını teşkil etmiştir. Atatürk, yetişecek genç Türk mimarlarından asrın bütün düşünce ve ihtiyaçlarına cevap verecek, ruhlarda hoş bir izlenim bırakacak, modern ve tamamıyla Türklük kavramına özgü bir mimari anlayış beklemiştir. Bu düşünceler doğrultusunda, millî mimariden örnekler veren Mimar Kemalettin ve Mimar Vedat gibi üstatları desteklemiştir. Bu mimarlar, yeniden imarına başlanan Ankara’da, eski Türk mimarlığından esinlenen üsluplar ile TBMM Binası, Ankara Palas, Vakıf Apartmanları, Gazi Eğitim Enstitüsü gibi önemli eserler meydana getirmişlerdir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin sanatsal kimliğinin sağlam temeller üzerinde yükselmesini arzu eden Atatürk’ün güzel sanatlar anlayışı hiç şüphe yok ki millî ve medenî bir mahiyete sahiptir. Özünü millî kültürden alan bu anlayış, muasır medeniyet seviyesini teşkil eden Batı’nın formlarıyla işlenerek zenginleştirilen özgün bir sanat tarzını ifade etmiştir. Böylece Türk Sanatçıları güzel sanatların her bir dalında yaptıkları çağdaş çalışmalar için millî tarihten olay, yer ve kişi bağlamında feyz ve ilham almışlardır.

Bizlerin özellikle şu dönemde Onu ve onun yaptıklarını daha iyi anlamamız, sadece sanat noktasında değil tüm şartlarda ve platformlarda bu düşünce yapısını güncelleyip reforme ederek yaşamalıyız…

TASARIMLA KALIN…

 

 


Yazarın Diğer Yazıları
FACEBOOK İLE BAĞLAN