HEMEN MAGAZİN İZMİR'E ABONE OL!

Hanri Benazus

520 yıllık İzmirli

Magazinizmir

HANRİ Benazus’un kökleri İspanya’dan engizisyon yıllarında göç edenlere dayanıyor. 520 yıllık İzmirli. İzmir Atatürk Lisesi’nden mezun olduktan sonra iş hayatına atılıyor. 1960’lı yıllarda Yupi Piliç’le tavukçuluk sektörüne adım atıyor. Bir dönem Altay Spor Kulübü Başkanlığı da yapan Hanri Benazus’un inişli çıkışlı iş hayatı bir süre sonra onu iflasa sürüklüyor. Hatta bir süre, zamanında kendi yaptırdığı ve belediyeye devrettiği huzurevinde yaşamak zorunda kalıyor. 

Ata’nın leblebilerini yürüten çocuk anlatıyor

“O, rakısını köylülerin şerefine kaldırırken ben de bir taraftan O’nu hayran hayran seyrettim, bir taraftan da tabaktaki leblebilerini bitirdim. Adımı sordu. ‘Hanri’ dedim. Bana ‘Niye Ahmet, Mehmet, Mustafa değil’ diye sormadı ve ben o gün bu nedenle Türk oldum. Sonra da kendimi asla bir azınlık olarak hissetmedim.” Hanri Benazus’un iflah olmaz Atatürk sevdası böyle başladı.

KENDİMİ BİLDİĞİMDEN BERİ YAZIYORUM

Kendimi bildiğimden beri, kendimce bir takım karalamalar yapardım. Ancak bunları bir düzene koymam ve başlarda amatörce de olsa bir yayın noktasına getirmem 1980 yıllarının başlarını bulmuştur.

Çevrem, dost ve yakınlarım hep bilirler. Kimi zaman yolda, kimi zaman bir toplantıda cebimde taşıdığım kalemi çıkarır ve bir küçük kağıda bir şeyler karalar dururum. Bu durum tahminen 17/18 yaşımdan beri, benim alışkanlığa dönüşen bir yanım.

Kağıda döktüğüm bu karalamalar, genellikle o an aklıma geliveren, ya da çevremin etkisi ile bende yansımasını bulan duygu ve duyuşların az ve öz kelimelerle anlatımlarıdır. Bu uygulamam, o sihirli anın geçişi ile kelimelerde şekillenen “Özdeyiş”lerin de kaybolmasına karşı bulduğum yoldur.

Çoğu zaman da bu “Özdeyiş” halindeki cümleler, yeni yazacağım kitapların da ilham kaynağını oluştururlar. Böylece, bu tek satırlık cümleler, sayfalar dolusu düşüncelerin üretilmesinde çok büyük bir etkinlikler sağlamaktadır..

Şu ana kadar yayınlanmış kitaplarımın sayısı 80 i bulmuştur. Kitaplarımda işlediğim ana tema çoğunlukla; insan ve insan denen sorunlar yumağının ilmikleri arasında geçmektedir. Bu arada yakın tarihimiz ve özellikle Atatürk, Atatürkçülük ve Ulusal Kurtuluş Savaşımız en büyük araştırma konularımın arasında yer almaktadır.

Şu anda basıma verdiğim “Kanlı Destan Çanakkale” adlı 700/800 bizim ve karşı taraf fotoğrafları ve anıları ile süslü bir albümüm bulunmakta. Bu albümün aynı zamanda İngilizce olarak da basılacağı ve özellikle Anzak Günlerinde yurdumuza gelen Anzaklılara hitap edecek bir versiyonu da bulunduğunu belirtmek isterim.

Ayrıca üzerinde yedi yıl gibi bir süre üzerinde çalıştığım, binlerce belge, yazı, kitap ve tutanağı incelenmesiyle hazırladığım her bir cildi 500 er sayfadan oluşan beş ciltlik “Türkiye Gerçekleri – Bir Devin Uyanışı, Bir Milletin Kurtuluşu, Bir Devletin Kuruluşu” adlı ve 1919-1929 Türkiye’nin su yüzüne çıkmamış gerçeklerini ortaya koyan kitaplarım da basıma verilmiş bulunmaktadır.

Tahminimce bu eserlerin, özellikle gençliğe gerekli mesajları iletecek ve üzerinde huzurla yaşadığımız bu memleketimizin hangi badirelerden geçtiğini ve bu memleketin kurtuluşu için ne kanlı/canlı bedeller ödendiğini belgelere dayalı olarak görecekler ve üzerinde yaşadıkları bu memleketin değerlerine daha güçlü bir şekilde sarılacaklardır.

 “Atatürk Ekim 1937 Cumartesi günü, Nazilli Basma Fabrikası’nın açılışını yaptıktan sonra Ege askeri manevralarını izlemek üzere Aydın’ın Ortaklar beldesine, ki o zamanlar 40 hanelik küçük bir köydü, geldi. Köyün incir kooperatifinde kâtiplik yapan babam da karşılama heyetindeydi. Babamın eteğine yapışıp karşılamaya gittiğim o günün yaşamımın dönüm noktası olacağını bilemezdim. Beyaz treni istasyona yanaştı. Perona çıktığında etrafını köylüler sarınca onlara hitap etmeye başladı. Tam o an babamın elinden kaçıp O’nun eline yapıştığımı hatırlıyorum. Elimi bırakmadı, alıp kompartımanına götürdü. Ortadaki masada karşısına oturttu. Rakısını, leblebisini getirtti. O, rakısını köylülerin şerefine kaldırırken ben de bir taraftan O’nu hayran hayran seyrettim, bir taraftan da tabaktaki leblebilerini bitirdim. Adımı sordu. ‘Hanri’ dedim. Bana ‘Niye Ahmet, Mehmet, Mustafa değil’ diye sormadı ve ben o gün bu nedenle Türk oldum. Sonra da kendimi asla bir azınlık olarak hissetmedim. Hanri Benazus’un iflah olmaz Atatürk sevdası böyle başladı.

SINIFTA O’NUN YAVERİ GİBİYDİM

Tam 7 yıl 7 aylık bir çocuktum. Tüm yaşadıklarım halen bir film şeridi gibi hafızamda kayıtlı. Ancak, olur da bazı değerlendirme hataları yapmış olabilirim diye yıllar evvel yakın dostum Prof. Şadan Gökovalı’ya tüm bunları anlatıp araştırmasını talep ettiğimde durum daha da netleşti. O günden sonra okulda neredeyse Atatürk’ün yaveriymişim gibi bir itibar gördüm. Oyunlarına dahil etmeyen öğrencilerin beni yanlarına almak için yarıştığı olağanüstü bir dönem oldu benim için. O devirde gerek okulda, gerekse evde genellikle tek konu konuşulurdu: Atatürk ve vatanı kurtarma süreci. Babam, İzmir’in işgali sırasında Alsancak Garı’nda kâtiplik yapıyordu. Kısa zamanda da Yunanların güvenini kazanmıştı. Ama o tam bir Atatürk hayranıydı. Yunanların Anadolu’ya yaptıkları asker ve silah sevkıyatını günü gününe akşamları gittiği kahvede Kuvayı Milliyecilere aktarırdı. 

TÜRKİYE CUMHURİYETİ HER FIRTINANIN LİMANI

Ölümü herkes gibi bizim ailemizi de derinden etkiledi. Anne-babamın ısrarıyla ancak ertesi gün yemek yemeyi kabul ettiğimi hatırlıyorum. Atatürk “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözüyle beni sıradan bir azınlık mensubu olmaktan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına ve en önemlisi Türklüğe yüceltti. Bu söz bizim için bir anttı. Ancak, son zamanlarda oluşan bir ötekileşme ve ötekileştirme süreci ne yazıktır ki Türkiye’nin ve Türk vatandaşlığının en büyük simgesi olan bu sözü az da olsa geri plana itmiş bulunuyor. Ancak unutmayalım ki, Türkiye Cumhuriyeti dediğimiz liman, her türlü fırtınaların, kasırgaların yegane limanı ve sığınağıdır. Yurdunu seven her insanın önceliği olacaktır. 
HAFTALIĞIMI VERİP O FOTOĞRAFI ALDIM

Benim şu anda yapmaya çalıştıklarım küçücük de olsa bir vefa örneği, o muhteşem ziyafete bir tutam tuz olmaktan ileri gitmiyor. 17 yaşındayken daha önce hiç görmediğim bir Atatürk fotoğrafı çıktı karşıma. Bir işyerinde çıraktım. Bütün haftalığımı verip o fotoğrafı aldım. Arkası geldi. Bütçemin elverdiği oranda fotoğraflar toplamaya başladım. İş hayatında imkânlarım artınca fotoğraflarım da arttı. Şu an, nerede, ne zaman, ne vesileyle çekildiği belli, 5 bin Atatürk fotoğrafı var elimde. Dünyanın en geniş Atatürk fotoğrafı koleksiyonu bana ait diyebilirim. Gün geldi, 1921’de Atatürk’le röportaj yapıp iki kare fotoğraf çeken Amerikalı gazeteciden o fotoğrafları almak için günübirlik ABD’ye gittim. O gün bana normal gelen ancak şimdi düşündüğümde neredeyse bir servet olan bir bedel ödeyip o iki fotoğrafı cam negatifleriyle aldım. Ancak sonraki süreçte tüm yurt çapından ellerinde Atatürk fotoğrafı bulunanlar, belki de kendileri için çok özel olan fotoğraflarını koleksiyonuma dahil ettiler. Bundan daha büyük zenginlik olur mu? Şu anda Atatürk’ün özel ev ziyaretlerinde çektirmiş olabileceği bazı fotoğraflar dışında pek fazla bir eksiğim kaldığını zannetmiyorum.

GECE ÇEKİLMİŞ HİÇ FOTOĞRAFI YOK

Atatürk’ün özel fotoğrafçısı Cemal Işıksel bir gün beni aradı, Ankara’da buluştuk. Atatürk fotoğrafları topladığımı biliyordu. Yaşlanıyorum dedi ve birkaç fotoğraf paylaştı. Ondan dinlemiştim. Atatürk’ün sol gözü Trablusgarp’ta gelen şarapnel parçası nedeniyle hassasmış. Gözlerinin mavi olması nedeniyle ışıktan daha fazla etkilenmesi de söz konusu. O günlerde bugünkü gibi flaşlar da yok. Magnezyum çubuklar yakılıyor. O nedenle gece fotoğrafı yok. Hatta kapalı alan fotoğrafına da rastlayamazsınız. 

İZMİR SEVGİSİ…

İzmir sevgisi insanın teni gibi kendisi ile asla ayrılmaz bir bütündür. Bilmiyorum, belki de 518 yıllık bir İzmir kökenli ailenin çocuğu olmaktan, bel ki de kendimi bu şehirle bütünleşmiş olarak görmekten ileri gelen bir “İzmir fanatikliği” tarafım hep vardır.

Eski iş hayatım sebebiyle yüzlerce defa yurt dışına seyahat etmiş bir insanım. Yalnız Amerika Birleşik Devletlerine 49 kez gitmiş olmam buna bir ölçüt getirir.

Ancak tüm seyahatlerimi elimden geldiğince kısa kesmek ve İzmir’e bir an evvel dönmek, ben de vazgeçilemez bir dürtü olarak hep içimde yer aldı.

Bana soracak olursanız dünyanın hiçbir kentini İzmir ile kıyaslamam, kıyaslamaya kalkanı da bir türlü anlayamam.

Bir maça gidip öncelikle sevdiğiniz takımın ya da herhangi bir İzmir takımının maçını fanatikçe seyretmenin, orada her hafta alışageldiğiniz tanış güzlerle selamlaşmanın, atılan bir golün ardında hiç tanımadığınız bir insanla kucaklaşmanın, beraberce tezahürat yapmanın, Kemeralatı’nı dolaşmanın, kalabalığına karışmanın, insanlara çarpa çarpa yürümenin, bir Sefer Ustanın o birbuçuk adımlık dükkanına uğrayıp kaymaklı kazandibini kaşıklamanın, Mezarlıkbaşı’nda Köfteci Emin’in sorusuna, “Ne ka ekmek, o ka köfte” deyip, ekmekarası köfteyi bol soğanlı yemenin, Hisarönü’ne gelip Mennan’ın dondurmasını yalamanın, akşam vakti İkinci Kordon’da Ömer Ağa’ya uğrayıp salebi yudumlamanın, gece vakti Karşıyaka’da sıcak lokma yemenin ve buna benzer nice tutkuların dünyada bir başka benzerini bulmam mümkün mü ki???

Hele hele bir Kordon Boyu sefasını yaka, bağır açık imbata karşı yapmanın hazzını hangi memlekette bulabilirsiniz?

VAKIFLA MİLLETİMİN HİZMETİNE SUNACAĞIM

İçinde Atatürk olan her fotoğraf benim için özeldir. Orijinalleri özel şartlarda bir banka kasasında saklanıyor. 5-6 ayrı ortamda da dijital kopyaları var. Oradan çoğaltıyorum. Çok önemli fotoğrafları ise tamburlu makinemle negatiflerden tarayıp çoğaltıyorum. Asıllarını kimseye emanet edemediğim için kendim yapıyorum bu taramaları. Bir vakıf kurup hepsini milletimizin emrine sunmak istiyorum. Şu andaki tek sıkıntım, yeni bir vakıf kurma aşamasında mutlak bir gelir garantisinin aranmasıdır. Halbuki, benim emekli maaşımın dışında bir gelirim ve dolayısıyla verebilecek böyle bir garantim olmadığı gibi hiçbir etkinliğim profesyonel değil. Bugüne kadar açtığım sergi binleri aşmıştır. Çünkü aynı anda 8-10 sergi açıldığı oluyor.

 

 

Belçika’da yaşayan Türk Kültürünü ve Tarihini Yaşatma Derneği Başkanı Daniel Dumoulin’nin “Atatürk’ten Düşünceler” kitabından aldığım bir sözünü dile getirmek istiyorum.

Şöyle diyor:

“Unutma Türkiye; Atatürk’ü Allah’a borçlusun. Geriye halan her şeyi de; Atatürk’e…”

Ve ben diyorum ki;

İŞTE “NİÇİN ATATÜRK”E VERİLECEK EN GÜZEL CEVAP…


Yazarın Diğer Yazıları
FACEBOOK İLE BAĞLAN