HEMEN MAGAZİN İZMİR'E ABONE OL!

Priene Antik Kenti ve çevresi

Magazinizmir

Ege’de yaşamak bir ayrıcalıktır. Doğa ve tarih mükemmel bir birliktelik için burayı seçmiştir. Toprak yapısı, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, su kaynakları ve elverişli iklim koşulları nedeniyle, Ege Bölgesi çağlar boyunca çok kültürlü yaşamların buluşmasına tanıklık etmiştir. Bu bölgede yaşayanlar, tarihle sürekli bağlantı halindedir. Kısa süren bir gezi sırasında bile Helenistik bir tapınağın yıkılmış sütunları arasından yürüyüp bir Roma tiyatrosunun sahnesinden geçip bir Osmanlı camisinde dinlenip su içebilirsiniz. 
Bu ayki gezi rotamız, antik çağda mimari yapısıyla ünlenen ve günümüzde birçok kentin planlanmasına öncülük eden Priene Antik Kenti ve çevresidir. Büyük Menderes (Maiandros)’in yarattığı büyük alüvyon ovası (Söke Ovası), geçmişte çevresinde önemli liman kentlerinin bulunduğu (Miletos, Latmosheraklia, Myus, Priene, Thebai) Latmos  Körfezi (Latmikos Kolpos) adıyla anılmaktaydı. Bu bölge, Menderes nehri alüvyonları ile doldurmasaydı günümüzün en önemli ticaret merkezlerinden biri olacaktı. İzmir’den gidenler, Söke’yi geçtikten sonra Bodrum yoluna girer girmez, Didim-Güllübahçe ayrımını takip ederek bu bölgeye ulaşabilirler. Priene, Mykale(Sampson) Dağı’nın güney yamacında 370 metre yüksekliğindeki Akropolis Tepesi’nin hemen altında bereketli topraklara sahip, Alman arkeolog Theodor Wiegand’ın “Küçük Asya’nın Pompei’si” diye tanımladığı ve pek de haksız sayılmadığı İonia’nın büyük kentleri arasında yer alır.
Priene hiçbir zaman, Miletos ve Ephesos gibi ekonomik açıdan önemli bir konuma gelememiştir. M.Ö. 8. yüzyılda kurulmuş olan İon birliğinde yer almış Panionion isimli birlik kutsal alanının korunmasını üstlenmiştir. 6. yüzyılda Thebai kökenli bir aileye mensup zeki bir devlet adamı ve hakim olan Bias sayesinde İon şehir birliği içinde belirli bir nüfuz edinmiştir. Bilinmeyen nedenlerden dolayı Priene, M.Ö. 4. yüzyılın başlarında bugünkü yerinde tekrar kurulmuştur. Kentin en yüksek kireç taşı yükseltisinde ve her yerinden görülebilen konumda “Athena Polias Tapınağı” yer alır. Dünyanın yedi harikasından biri sayılan Halikarnasos’daki Maoussolleion’un adıyla anılan ünlü mezarın inşaatında çalışmış olan Pytheos, bu tapınağın mimarı kabul edilmektedir. Kentte o dönemde çoğunluğunu Mısırlıların oluşturduğu yabancılar da yaşamaktaydı ve onların kendine ait bir mahallesi ve tapınağı vardı.
Tamamıyla yepyeni ve Helenistik olan bu kent sokakların birbirini dik kesmesi nedeniyle Miletoslu ünlü Hippodamos’un “Bilimsel Kentçilik” ilkelerine göre kurulmuştur. Hippodamos, kentin sokaklarının düzenli bir biçimde birbirini dikine kesmesini ve tepeden bakıldığında ızgaraya benzemesini sağlamıştır. Bu ilkeler bugün bile birçok kentin düzenlenmesine ilham kaynağı olmuştur. Tiyatrosu, Agora’sı, Athena Tapınağı, Bouleuterion ve Prytaneion’u, Demeter ve Kore Kutsal Alanı, Yukarı ve Aşağı Gymnasion’u, Nekropol’ü ile bütünlük arz eden Priene Antik Kenti eski çağ bilimlerine önemli veriler sunmuştur. Kentin tahmini 6.500 kişilik tiyatrosu en iyi korunmuş Helenistik yapılardan biridir. Tiyatroda yalnızca bilinen tragedyalar değil, avam komediler de oynanıyordu. Bunların dışında sırf müzik gösterileri de yapılırdı. Priene’deki evlerin çoğunda tiyatro masklarının taklitleri bulunmaktaydı. Bir kısmı evlerin duvarlarını bile süslemekteydi. 
Şehrin kuzeybatısında bulunan evlerde M.Ö. 2. yüzyılda nasıl başladığı bilinmeyen bir yangın olmuş pek çok kişi ölmüş ve halk geri dönmemek üzere burayı terk etmiştir. Yaşanan felakete ait buluntuların günümüze kadar bozulmadan kalması, Thedor Wiegand’ın İtalya’daki Vezüv Yanardağı’nın lavları altında kalan Pompei ile Priene arasında benzerlik kurmasına yol açmıştır.
5. yüzyılda Priene, metropolisi Ephesos olan bir piskoposluk merkezi olmuştur. 13. yüzyıl başlarında Türklerin kontrolü altına girmiş ve artık Sampson adıyla anılmaya başlanmıştır. Sampson’un doğusunda, yerel söylencelere göre 300 yıl kadar önce kurulan Kelebesion (Güllübahçe-Gelebeç) köyü vardı. Kelebesion’un kuzey tarafında bugün Güzelçamlı diye anılan Tschangly’den gelmiş olan Ermeni ve Yunanlılar, güney tarafında Türkler yaşamaktaydı. Köyde, 1821’den sonra bir başka kilisenin üzerine yeniden inşa edilen Aziz Nikolaos (Noel Baba) kilisesi ve insan kemiklerinin toplandığı (Osteoflak) ek binası yer alır. Kilisenin duvarındaki  resimler büyük tahrip görmüş olup bir tek Priene motifli resim günümüze ulaşmıştır. Çan kulesi ise hala ayaktadır ve çanı Aydın müzesindedir. 1955’deki depremden sonra köyün kuzey tarafı terk edilmiştir. Güllübahçe köyünden çıkıp batıya (Didim) döndükten sonra Atburgazı köyünü geçip Tuzburgaz –Doğanbey tabelasını takip edin. 4 kilometre sonra Doğanbey köyüne ulaşırsınız. Rumca adı Domatia (Odalar) olan Doğanbey, birçok kişi tarafından zamanın durduğu yer olarak nitelendirilmektedir. Antik Thebai kentinin bir uzantısı olarak nitelendirilen köy, 1924 yılına kadar Rum halkının yaşam alanı olmuştur. Daha sonra mübadele ile Türkler buraya yerleştirilmiştir. Yerleşikler, zamanla tarımın gelişmesi ve arazilere yakınlığı nedeniyle, 2 kilometre aşağıdaki Doğanbey köyüne göç etmişlerdir. Bugün Rum ve Türk mimarisinin eşsiz örneklerinin sergilendiği eşsiz güzellikteki manzaraya sahip adeta bir açık hava müzesi konumundadır.
Doğanbey, sahip olduğu tüm güzellikleri, rengarenk çiçekleri ve yemyeşil bitki örtüsü  nedeniyle eko-turizme ve doğa sporları yapmaya oldukça elverişlidir. Köyün içinde Rumlar zamanında okul olarak kullanılan yapı, bugün ziyaretçi tanıtım merkezi olarak gezginleri ağırlamaktadır. 2001 yılında restore edilen binada, bölgede yaşayan hayvan ve bitki fosillerinin sergilendiği müze odası, kütüphane bulunmaktadır. Ziyaret tanıtım merkezi etkinlikleri kapsamında, rehber eşliğinde yaklaşık 15 kilometrelik bir yürüyüş mesafesiyle Olukludere kanyonu geçilip Dilek Yarımadası Milli Parkı’na ulaşılabilmektedir. Avrupa Konseyi, bu parkı sahip olduğu eşsiz bitki örtüsü çeşitliliği nedeniyle “Flora Bio Genetik Rezerv Alanı” ilan etmiştir.
Doğa ve tarihin muhteşem birlikteliğine tanıklık ettiğiniz bu gezinin sonunda kendinize bir ödül vermek isterseniz, köye en yakın mesafedeki Karina sahiline gidebilirsiniz. 1900’lü yılların başında ticaret limanı olan Karina’da dalgaların sesi eşliğinde güzel bir yemek yiyebilirsiniz. Bu arada, yol üzerinde göreceğiniz aslında endemik bir bitki olan Datça hurması ağaçlarına selam vermeyi unutmayın.


Yazarın Diğer Yazıları
FACEBOOK İLE BAĞLAN