Sır
Gencecik yüzünde bu yorgunluğun küçük çizgileri dudak kenarlarından başlayıp yüzünün en üstünde yer buluyor kendisine. Koyu yeşil yerlere kadar uzanan paltosu daha da bir yorgun diğer iskemlenin üzerine atılmış, bir ucu kolçaklı küçük koltuğun ayağına değiyor. Küçük yuvarlak masanın koyu renk ahşabında yerini alan kahve fincanının siyahı devasa camın hemen yanına yerleşmiş kadının retinasından uçup kaşı duvarın ıslağına bulaşıyor. Yağmur yağmış az evvel İstanbul’a. Arnavut kaldırımı sokak uzayıp hemen köşeden kıvrılıyor ve bir süre sonra dolanarak kayboluyor. Kahvenin son yudumunun ardından derin bir nefesle yorgunluk yerini rahatlamaya bırakıyor. Önce dudak kenarından sonra da yüzünün üzerinden siliniveriyor yorgunluk. Artık yüzü yağmurun ardından güneşe dönen İstanbul kadar güzelleşiyor. Yan sokaktan siyahlar içinde bir kadın çıkıyor. Acele adımlarla çok düzgün bir yol çizerek başı önce aceleyle diğer sokağa yürüyor. Karşı sokaktan da geçenler var ama hiç birinin yolu bir diğeriyle kesişmiyor.
Bu girift ama düzenli ritm bozuluyor bir anda. Café’nin solundaki sokaktan ince uzun bir delikanlı beliriyor, koltuğunun altında dikdörtgen eski bir ayna taşıyor.Kenarları kalın ahşaptan, cilası yer yer dökülmüş bu aynanın paslanmış sırları, kahverengi eski çerçeveyle öyle sıkı sarmalanmış ki, ne sokağın haberi oluyor aynanın sakladıklarından ne de ayna umursuyor sokağı. Önce upuzun ıslak duvarı, hemen ardından arnavut kaldırımının görüntüsünü yansıtıyor ayna. Birden bire daha da uzuyor daha da büyüyor. İçinde soluk bir ışık yanıyor, turkuvaz renkli camdan üzerinde beyaz küçük çiçekler bulunan bu eski lambanın yanında lambadan daha da eski bir koltuk. Hızla koşarak bir çocuk geçiyor aynanın içinden. Elinde galvanizden yapılma kırmızı bir oyuncak. Kırmızı bir leke bulaşıyor sanki sepyaya. Uzun bir kadın geçiyor hemen çocuğun ardından, kadının elinde lacivert kadife bir ceket ve sesleniyor çocuğa. Tam aynanın önünde duruyor kadın. Önce kendi aksine şöyle bir bakıyor. Aynanın konumlandığı dar uzun konsolun üzerindeki beyaz dantel örtüye takılıyor gözü, örtüyü düzeltiyor. Çocuk sevinçle çıkardığı seslerle kayboluyor. Kadife ceket elinde duruyor aynanın önünde kadın. İyice bakıyor aynanın öte tarafından. Akşam üzeri ve evin içinde telaşla akşam yemeği hazırlanıyor. Kadının arkasından iki gölge geçiyor. Porselen tabakların beyazı sürtünüyor aynaya gölgenin elinden olduğu belli olan. Kararıyor mavi lambadan çıkan ışık, Ayna eski boyuna dönüyor. Yavaşça ıslak sokak yansıyor aynaya, delikanlı sokağın içinde kayboluyor. Bize kalanlar aslında uzun yolculuklarını kısa süre önce tamamlamış yorgunluklar ve sepyaya yansıyan kırmızı lekeler değil mi aslında? Ve onlara eklenen yine uzun yolculuklarına hazırlanan görüntüler ve seslerin beraberliği… Kokular sonra. Şehirlerin gölgeleri, yıllar, terk edişler,kavuşmalar, hüzünler. Şiddetli yağmurların ardından kaldırımları kurutup yağmuru yalanlayan güneş. Hayat döngüsünün üzerine kurguladığımız kendi hikayemiz.
Cafe’de iskemlenin üzerinde yorgunluğundan sıyrılmış koyu yeşil palto ayağa kalkan kadının hareketiyle iskemleden ayrılıyor, Kahvenin parası beyaz fincanın yanında yerini alıyor. Cafenin ağır kapısı kendiliğinden açılıyor. Islak sokağa yapışan keskin kent kokusu genizde yeni bir nefesle birleşip koyu yeşile,sepyaya ve kırmızıya karışıp kadınla beraber kayboluyor. Her şey birbiri içinde ama ağırlığı kadar yer kaplıyor.